Zamanın sesi artık çok yüksek.
Sokaklarda, ekranlarda, zihinlerde yankılanan bir uğultu var. Herkes konuşuyor, herkes biliyor, herkes tepki veriyor. Ama kimse duymuyor.
Bu çağın en keskin ironisi de bu değil mi? Gürültü arttıkça anlam azalıyor; kelimeler çoğaldıkça derinlik kayboluyor.
Toplum olarak öyle bir hızın içine sıkıştık ki, düşünmeye vakit kalmadı. Haberi okurken bir sonrakine geçiyoruz, öfkeleneceğimiz şeyi daha sakinleştiremeden yenisine yöneliyoruz. Siyaset, medya, sosyal ağlar… Hepsi aynı yankı odasında dönüyor. Herkes birbirini tekrar ediyor; kimse kimseyi dinlemiyor. Gürültü bir tür iktidara dönüştü: kim daha yüksek sesle bağırırsa, haklı olan o sanılıyor.
Ama o arada kaybolan ne?
Sessizlik.
Ve sessizlikle birlikte vicdan, empati, muhakeme.
Bir toplumun gerçek sesi, aslında sessizliğinde saklıdır. Çünkü sessizlik sadece susmak değildir; bazen düşünmektir, bazen anlamaktır, bazen direnmenin en zarif biçimidir.
Oysa biz sessizliği yanlış anladık. Susturulmuş insanla, düşünen insanın sessizliğini karıştırdık.
Bir kısmımız korkudan sustu, bir kısmımız kalabalığın arasında kayboldu. Sonra da bu sessizlikleri “tepkisizlik” sandık. Oysa bazen susanlar, en derin soruları içinde saklayanlardır.
Ama bu sessizliğin de bir sınırı var. Uzadıkça duymazlığa, duymazlık da duyarsızlığa dönüşüyor.
Toplum olarak yeniden dinlemeyi öğrenmek zorundayız.
Sadece birbirimizi değil, kendimizi de…
Bir fikrin olgunlaşması için sessizliğe ihtiyaç var. Tıpkı bir tohumun karanlıkta yeşermesi gibi, toplumun da kendi iç sesine kulak vermesi gerekiyor. Yoksa sadece bağıranların yönettiği bir hayatın içinde, gerçeği değil, yankısını duyarız.
Gürültünün içinde sessizliği yeniden keşfetmek, belki de yeniden insan olmanın ilk adımıdır.
Çünkü bazen en güçlü söz, hiç söylenmemiş olandır…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.