Saliha Yazan
İstanbul’da yarım kalan bir tatilin sessiz çığlığı
İstanbul…
Kimi için kalabalığın ritmi, kimi için Boğaz’ın serin nefesi, kimi için ise sokak lezzetlerinin renkli cazibesi. Bir şehri şehir yapan tam da bu değil midir? Her köşesinden başka bir hikâye, başka bir tat çıkar.
Ne var ki, bazen bir şehir, içine sığdıramadığı bir acıyla ağırlaşır. Tıpkı geçtiğimiz günlerde yaşanan o trajedi gibi…
İstanbul’a tatil için gelen bir aile… Bir anne, iki küçük çocuk ve bir baba. Belki uzun zamandır planlanmış bir kaçamak, belki “çocuklar Boğaz’ı görsün” diye çıkılmış bir yolculuktu. Kim bilir? Bavullarında heves vardı, fotoğraf makinelerinde henüz patlamamış kahkahalar… Kimse hiç böyle bir son yazmaz defterine.
Bir sokak arasında yenilen birkaç lokma… Belki midye dolmanın kokusu çekti, belki çocuklar kumpir istedi. O gün, o saat, o an… İşte hayat bazen tam da böyle bir kesişimde kırılır.
Çocukların önce mide bulantısıyla başlayan şikâyetleri… Hastane koridorlarında koşuşturan sağlık ekipleri… Bir babanın gözlerindeki paniğin giderek çaresizliğe dönüşmesi… Ve bir annenin titreyen elleriyle çocuklarının saçlarını okşayarak, “Geçecek, korkma” diye fısıldayışı…
Ama geçmedi.
Ne o gece bitti, ne o acı sabaha döndü.
İki küçük çocuk…
Hayatlarının daha ilk sayfalarında çekilip alınmış iki can.
Ve biraz sonra annelerinin de o sessizliğe karışması…
Bir tatilin ortasında değil, hayatın tam merkezinde yaşandı bütün bunlar. Çünkü bir şehirde bir aile ölürse, o şehrin kalbinde bir çatlak oluşur. İstanbul’un kalbi bugün biraz daha yaralı.
Bu sadece bir gıda zehirlenmesi vakası değil.
Bu, bir annenin son sarılışı…
Bir çocuğun yarım kalan oyunu…
Bir babanın göğsüne çöken taş gibi bir acı…
Bu, hepimize sorulmuş bir soru:
Biz nasıl bir şehirde yaşıyoruz? Ne kadar güvendeyiz? Çocukların elinden tuttuğumuzda, onları gerçekten koruyabiliyor muyuz?
Sokak lezzetleri bu şehrin ruhuysa, o ruhu temiz tutmak hepimizin sorumluluğu. Denetimsizlik, umursamazlık ve “bir şey olmaz” alışkanlığı ise bir gün hiç beklemediğimiz bir yerden canımıza dokunuyor.
Bugün İstanbul biraz daha sessiz.
Ortaköy’ün kalabalığı, sahil kenarında yürüyen insanlar, sokakta satılan yemeklerin kokusu… Hepsi aynı gibi görünse de şehirde bir eksiklik var. Çünkü üç hayat, bu şehrin ellerinin arasından kayıp gitti.
Ve biz geriye sadece bir dua, bir iç çekiş ve “Bunun bir daha olmaması için ne yapabiliriz?” sorusunu bırakıyoruz.
Bu yazı bir ağıt değil… Ama bir hatırlatma:
Her hayat kırılgan. Özellikle de küçük ellerin tuttuğu hayatlar.
Dilerim ki bu şehir, bir daha hiçbir aileyi böylesine yaralı bir sessizliğe gömmek zorunda kalmaz.
Sağlıcakla kalın…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.